26.12.2008
10.12.2008
6.12.2008
Used to be so easy
to give my heart away
But I've found out the hard way
there's a price you have to pay
I found that love
was no friend of mine
I should have knowntime after time
So long, it was so long ago
but I've still got the blues for you
Used to be so easy
to fall in love again
But I've found out the hard way
it's a road that leads to pain
I've found out that love
was more than just a game
you play on to win
but you lose just the same
So long, it was so long ago
but I've still got the blues for you
so many years
since I've seen your face
but here in my heart
there's an empty space
where you used to be
So long, it was so long ago
So long, it was so long ago
but I've still got the blues for you
Though the days come and go
there's one thing I know
I've still got the blues for you
4.12.2008
12.11.2008
Mavi Telaş
Uzun uzun yazmak istemiyorum.. Afişin görselliğinden, müziklerin kullanımından, istanbulun güzelliğinden bahsetmek istemiyorum..
Sadece bu kadar güzel ağlatabilmek... Ağlatmak bakmayın kolaydır.. Ama hissettirerek ağlatmak... Doldurarak ağlatmak... Böyle bir filmi 113 dakika olarak çekebilmek ve bu şekilde hisler yükleyebilmek..
Tebrikler Çağan Irmak en iyi filmlerim arasına en sonunda yerli bir filmi sokabildiğin için...
Teşekkürler Çağan Irmak bir filmle bana bu kadar şey anlatabilmeyi başarabildiğin için...
29.10.2008
Shot of the Day
Venomous Istanbul
Fotoğraf geçen senenin sisli zamanlarından. Oynama yapılmadı üzerinde hiç. Bana hep zombi filmlerinin başlangıç sahnelerini hatırlatıyor. Sanki özel olarak çekilmiş gibi. Hayat yokmuş gibi duran binalar, zehir dolu kasvetli bir hava ve büyük ağaçlar arasında bir mezarlık.
(Captured By X)
28.10.2008
Nights in Rodanthe (2008)
Hazır gençtürksel yeniden başlamışken en azından haftada bir sinemaya gitmeye karar verdim. Zaten son dönemde Palladium'da bolcana giderkene piyango gibi geldi bu kampanya. Gerçi dezavantajları da yok değil (insanlar ahh insanlar diye şarkı sözleri..) ama 22'' den daha iyidir keyiflidir beyaz perde. Aslında sinemaya olan ilgim hakkında da bir yazı yazmalıyım bir ara. Akmerkez'in sinemasının lise yıllarımda oturma odam gibi olmasından bahsetmeliyim sanırım. :)
Neyse konuya döner isek, Pazartesi yapay çimlerde ter attıktan sonra şirketten bir arkadaşla sinemaya gitmeye karar verdik. (Crazy Apple a sevgiler) Teknoloji çağının getirdiği nimetlerden biri olan Jasjam sayesinde hemen salonları araştırmaya başladık. Crazy Apple Türk Sinemasına destek verme sevdası içinde "Aşk Tutulmasına" gidelim diye buyurmuş olmasına rağmen zaman kısıtları yüzünden bu filme gidemeyeceğimizi erkenden anlamış olduk. Richard Gere oynuyorsa gidilir diyerek (tamam kabul bunu sadece ben söyledim aslında) Tepe Natiulus sinema salonları ilk hedef olarak konuldu. Maç çıkışı benim kaybolmam (bir insan kaybolurda selamsız a girer mi kazara...) nedeni ile 21:00 seasıan 21:03 te bilet alıp girebildik. Tabi benim kapıyı açıpta daha reklamlar var diyip dışarı çıkıp su alma rahatlığım da ayrı bir konu.
Maceralı kısmı geçerek filme gelirsek... George C. Wolfe nin yönettiği film Nicholas Sparks'ın bestzellır romanından uyarlanmış bir romantik-drama örneği. Başrol oyuncuları Richard Gere ve Diane Lane, Unfaithful filminden sonra tekrar bir araya geliyorlar. Riçırt(tanıdık geldi bu yahu. poli ye saygılar) cidden yaşlanmış bu arada. Gıdığın sarkması fena. Bir de filmin ilk 20 dakikasında hiç gülmeyince nolmuş bu adama diyorsunuz. Sonrasında güldükten sonra da duygular kıskançlığa dönüyor. Ne de olsa abimiz tam 59 yaşında! Bu filmde çok yer almasa da Christopher Meloni meraklıları tarafından OZ dizisinden hatırlayacaktır. Chris Keller karakterini diziyi izleyenler anımsayacaktır. "Oz didn't make you a bitch. You were born one." gibi özlü sözleri sarfedip Sister Pete 'e "Show me your tits." diyebilen, öldürmekten ve sevişmekten çekinmeyen saf beyazlardan bir abi(?)mizdi işte. Neyse bir gün fırsat olursa OZ yazısı da yazarım umarım. Filmimizin sorunlu küçük kızı Mae Whitman 'ın sesi tanıdık geliyor diyordum film boyunca. Gece eve döndüğümde hatırladım. Avatar : The Last Airbender animasyon dizisinde Katara'yı seslendiriyormuş evladımız.
Film başlangıç olarak eyvah klasiklerden biri daha dedirtirken filmin büyük kısmının geçtiği okyanus kenarı apart otel evi görmem ile nefes almamın yavaşlaması ve perdeye kilitlenmem bir oldu. Her ne kadar sonradan "ulen değer mi böyle risklere" dedirtsede hayatımın hayali okyanus kenarı ev olayının abartılmışını görmek nasip oldu bu film sayesinde.
Filmi genel olarak değerlendirmek gerekirse ben oldukça beğendim. Film arasını hemen 20 dakika sonra vermelerine rağmen ikinci yarı inanılmaz hızlı geçti. Böyle duygusal ve zaman zaman yavaşlayan filmlerde böyle bir his verebilmesi oldukça başarılıydı. Filmin sonunda ki beklenmedik olaylar da etkisini arttırdı filmin. Giderken yanınızda ufak bir selpak olsun. :)
Bir ufak kelamda sinema salonu için. İlk defa gittim Tepe Cinebonusa. Salon eskiydi biraz. İlginç şekilde gittiğimiz salonda koltuklar sağ taraf itibariyle duvara bitişikti. Koltuklarımız o tarafta olduğu için 10 kişiyi ezmek, pardon önlerinden geçmek zorunda kaldım. Ses ve görüntü bir iki defa oynadı bir de. Onun dışında ekstra bir durum yoktu. Sanırım gençtürksel nedeniyle oldukça da kalabalıktı. Filmin ikinci yarısı boyunca gülen, telefonla konuşan ve bilumum şeyler yapan insanlarda neyse ki uzağımdaydı diyerek konunun başında ki dezavantajlara da biraz açıklama getireyim.
Böylece de ilk sinema yazımızı da yazmış bulunmaktayız. Biraz ara verdiğim yazılara da döndük yeniden efendim.
7.10.2008
Shot of the Day
3.10.2008
Shot of the Day
Tribune of the Day
*****
Fotoğraflar Romanyanın FC Politehnica Iaşi klubünün taraftarlarına ait.
2001 de Division C de olan kulüp 2004 yılında geri döndükten sonra sırasıyla 9., 10., 13. ve 11. sırada sezonu tamamladılar. Şu anda ligde sondan bir önceki sıradaki takımdan bu kareler Partizan karşısında UEFA karşılaşmasında çekilmiş.
(Captured by Reuters)
30.09.2008
Converse Modası (?)
Beyaz Converselerden bugünkü çizme modellere geçiş mücadelesi midemi bulandırmaya başladı iyice. Zamanının asi ve aykırı ruhunu temsil eden, Larry Bird efsanesinin sürüklediği Boston Celtics zamanının simgelerinden olan Converse artık "şekil" kaygısı içeren insanların, türbanlı kızların, komunizme hayır nidaları atanların, kısacası alakalı ve alakasız olmak üzere bütün gençliğin tabanlarını korumakta ne yazık ki.
Çocukluğumuzda severek giydiğimiz yırtık pırtık converseli fotoğraflarımdan utanır hale gelmekte varmış bu hayatta. Nerde o çamaşır makinesine attığımız zaman bile o geçen kısa süreda ya birşey olursa korkusuyla azap dolu bekleyiş yaşadığımız günler.. İplerini birbirine bağlayıp boynumuzdan astığımız kumsalda yürüdüğümüz güzel günler..
Dönüm noktalarından en keskini Nike'ın Converse markasını almasıyla gerçekleşti. Daha önce 4-5 klasik, all-star ve basketbol modelleri olan marka bir anda binlerce çeşitle piyasaya girdi. Böylece her tarza her insana hitap ederek tüketici yelpazesini genişletti. Bu arada dur durak bilmeden fiyatı da artmaya devam ediyor. Special Edition adı altında fiyat arttırma politikalarından geri kalmıyor tabi arkasında Nike olduktan sonra pazarlamasında. Girişte konu ettiğim çizme, topuklu, hede hödeli modellerle artık bambaşka bir boyuta geçmiş durumda markalaşma. Hem Anarşi simgeleriyle hem de günümüzün popüler ikonlarıyla bir markayı satmak gerçekten tez konusu olabilecek bir düzeyde.
Bu markalaşma ve Nike'ın altına girme projesinin getirdiği başka bir yenilikte tabii ki taklitçilik ve ucuz işçilik gerçeği. Böylece Converse sahibi olmayan insan kalmadı ortalıkta. Aykırı olmanın göstergesi olan marka ayırıcı olma yolunda emin adımlarla ilerledi en azından Türkiye pazarında ve "piyasa"sında. Pazar demişken bildiğimiz salı pazarında da Converseler tezgahta kiloyla gitmekte artık.
Sanallaşan dünyanın getirdiği modalardan birinin de kurbanı olmaktan kurtulamaması şaşırtıcı değil tabii ki. Feysbuk, yonja benzeri sitelerde artık her 3 profilden birinde görebileceğiniz converse fotoğrafları aslında anlatmak istediğim bütün herşeyi çok net şekilde açıklıyor. Bütün gençliğin sözde isteği "farklılaşma" çabası içerisinde bu converse-sel "robotlaşma" gerçekten ilginç.
Beyaz yırtık converselerini özleyen yeni "adidas" sever...
Çocukluğumuzda severek giydiğimiz yırtık pırtık converseli fotoğraflarımdan utanır hale gelmekte varmış bu hayatta. Nerde o çamaşır makinesine attığımız zaman bile o geçen kısa süreda ya birşey olursa korkusuyla azap dolu bekleyiş yaşadığımız günler.. İplerini birbirine bağlayıp boynumuzdan astığımız kumsalda yürüdüğümüz güzel günler..
Dönüm noktalarından en keskini Nike'ın Converse markasını almasıyla gerçekleşti. Daha önce 4-5 klasik, all-star ve basketbol modelleri olan marka bir anda binlerce çeşitle piyasaya girdi. Böylece her tarza her insana hitap ederek tüketici yelpazesini genişletti. Bu arada dur durak bilmeden fiyatı da artmaya devam ediyor. Special Edition adı altında fiyat arttırma politikalarından geri kalmıyor tabi arkasında Nike olduktan sonra pazarlamasında. Girişte konu ettiğim çizme, topuklu, hede hödeli modellerle artık bambaşka bir boyuta geçmiş durumda markalaşma. Hem Anarşi simgeleriyle hem de günümüzün popüler ikonlarıyla bir markayı satmak gerçekten tez konusu olabilecek bir düzeyde.
Bu markalaşma ve Nike'ın altına girme projesinin getirdiği başka bir yenilikte tabii ki taklitçilik ve ucuz işçilik gerçeği. Böylece Converse sahibi olmayan insan kalmadı ortalıkta. Aykırı olmanın göstergesi olan marka ayırıcı olma yolunda emin adımlarla ilerledi en azından Türkiye pazarında ve "piyasa"sında. Pazar demişken bildiğimiz salı pazarında da Converseler tezgahta kiloyla gitmekte artık.
Sanallaşan dünyanın getirdiği modalardan birinin de kurbanı olmaktan kurtulamaması şaşırtıcı değil tabii ki. Feysbuk, yonja benzeri sitelerde artık her 3 profilden birinde görebileceğiniz converse fotoğrafları aslında anlatmak istediğim bütün herşeyi çok net şekilde açıklıyor. Bütün gençliğin sözde isteği "farklılaşma" çabası içerisinde bu converse-sel "robotlaşma" gerçekten ilginç.
Beyaz yırtık converselerini özleyen yeni "adidas" sever...
29.09.2008
Günler Geçerken
Güneşin seyridir aslında bir gün süresi sadece. Doğudan basladığı rotasının batıdan devam etmesidir. Ya da bu bize öğretilendi bilmem kaç sene önce. Portakallarla örnek gösterilen bir ilkokul hatırası sadece.
Güneşin doğuşunu da batışını da görmez oluyor insan bir süre sonra hayat koşturması altında. Gittikçe daha fazla koşarken farketmiyor vaktinin geçtigini hala doğumgünlerini yılbaşılarını kutlarken. Kafasını kaldırmaya vakit bulamazken düşünemiyor ben ne yapıyorum ya da neresindeyim bu hayatın şeklinde.
Günler geçiyor.Aylar takip ediyor. Arkasında da yillar geliyor hiç beklemeden. Küçükken hayalini kurduğun yaşlara geliyor insan eksik saç telleri ve kaybedilen umutlarla. Ne eskisi kadar saf ne de eskisi kadar mutlu. Sadece bugün ve yarın var artık hayatımızda. Ne gelecek düşünme sınırlarında ne de biz gelecekte bir pozisyondayız kafamızda. Güzel günlerdi çocukluk zamanları der çoğu insan klişe bir laf yaratarak. Nedir bu güzelliği sağlayan acaba diye düşünmeden. Dünya sadece oyundan ibaretken mi toz pembeydi acaba ya da bir elma şekerinin altında mi yatıyordu mutluluk. Biz mi kandırıldık elma şekeriyle yoksa biz mi kandırdık dünyayı mutlu olarak. Peki bugün bir elma şekeri ne katıyor hayatımıza koşarken dünyanın hengamesinde. Kandırabiliyor muyuz hala dünyayı yüzümüzde gerçek içten bir gülümsemeyle hiçbirsey düşünmeden kaygısızca. Ne mutluluk var ne de umutlar artık. Sadece anlık duygular gelip geçen, bir güneşin doğudan batıya yol alması gibi.
Hayatta ki koşturmacada bir an olup kafayı kaldırınca düşünmeye başlıyor insan sanki kurtulmanın bir yolu varmış gibi bu dünyanın düzeninde. Alışamadığını farkediyor bu dünyaya bu dünyanın yalanlarına. Denizleri düşünüyor yetmiyor okyanusları. Güneşi rotası belirleyen bir gemide yer almak istiyor bir an yanına hiçbirşey almadan. Sadece ilerlemek değil mi bu da dünyada yer aldığımız piyonluk görevinde olduğu gibi. Bazen birileri sizi feda eder bir kale sahibi olmak için satranç tahtasında. Bazense boş yere gidersiniz tahtadaki taşların azalmasından başka bir değişiklik yaratamadan.
Günler geçerken ben düşünmeye çalısıyorum hala kendime inat. Pes etmek istemiyorum sonucu belli bir oyunda olduğumu bile bile. Bıktığımı farkediyorum bana yüklenen misyondan bu misyondakilere ayak uydurmaktan. Karakter sahibi olmadan ölmekten korkuyorum bu dünya denen oyunda. Günler hala geçiyor arkamda benle ilgili akıllarda kalan tek şeyin tükettiğim nefes olarak hatırlanmasından korkarak.
21.11.2006
X
Just a Dreamer..
i am a dreamer but when i wake,
you can't break my spirit - it's my dreams you take.
and as you move on, remember me,
remember us and all we used to be
i've seen you cry, i've seen you smile.
i've watched you sleeping for a while.
i'd be the father of your child.
i'd spend a lifetime with you.
i know your fears and you know mine.
we've had our doubts but now we're fine
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)